29 Mayıs 2012 Salı

Çiçekli Ev, Belgrad

Çiçekli ev, 1975 yılında Tito'nun çalışması ve dinlenmesi için bir kış bahçesi olarak yapılmış. 1980'de vefat ettiğinde ise, kendi vasiyeti üzerine Tito bu bahçenin ortasındaki odaya gömülmüş. 1980'den Yugoslavya'nın dağılmasına kadar olan dönemde, bu odanın ziyaretçilerin getirdikleri çiçeklerle dolu olduğu söyleniyor. Oysa ki ben 27 Nisan 2012'de bu odaya girdiğimde, tek bir çiçek yok. Zaten çevrede de birkaç görevliden ve turistlerden başka kimse de yok. 


Tito'nun mezarının olduğu odanın hemen yanında, Tito'nun doğum günlerinde Yugoslavya'nın dört bir yanından gençlerin Tito'nun doğduğu kasabadan başlayıp Yugoslavya'nın önde gelen şehirlerinden geçerek Belgrad'a getirdikleri bayrakların sergilendiği bir oda var. 



Ara koridorda ise, Tito'ya armağan edilen el işleri sergileniyor. 


Aslında, bu anıt mezarın bulunduğu kocaman ve yemyeşil bahçeye girerken, Yugoslav Tarihi Müzesi var. Çok görmek istememe rağmen biz gittiğimizde kapalıydı ve sadece dışarıdan fotoğrafını çekebildim. 


Bahçenin geri kalanında ise, Antun Augustincic'in 1948'de yaptığı "Mareşal Tito" heykeli ile başka heykeltıraşların eserleri sergileniyor. 


Söylenti odur ki, zamanında Sırbistan hükümeti, Hırvatistan hükümetine mesaj yollamış, gelin alın Tito'nun mezarını, diyerek. Nazikçe reddetmiş Hırvatistan hükümeti. Şimdi Tito'nun mezarı da, Yugoslavya tarihinin müzesiyle yan yana ve yapayalnız duruyor Belgrad'ın bir kenarında. 

28 Mayıs 2012 Pazartesi

Yugoslavya Savunma Bakanlığı, Belgrad


Eski Yugoslavya Savunma Bakanlığı yolda yürürken karşıma çıkıveriyor. Bir anda 13 yıl geriye gidiyorum. 1999'da NATO'nun Yugoslavya'ya bombalaması öncesindeki dönemi, bombardımanın başlamasını, o zamanlar Ankara'da olan evimde durmadan televizyon seyredişimi...

Bombalamadan sonra binayı aynen bırakmışlar. Öylece duruyor işte. Bunu göreceğimi hiç tahmin etmemiştim. 


Sonra şehirde gezerken, NATO tarafından bombalanan ve bu bina gibi aynen bırakılan Hotel Jugoslavia'yı da görüyorum. Gece olduğu için fotoğrafını çekmiyorum.

O zamanlar olanları hatırlamıyorsanız ya da o dönemi NATO ülkelerinden birindeki haber kanallarından takip ettiyseniz, bir de farklı bir açıdan bakmanızı isterdim. Vaktiniz varsa, The Weight of Chains'e iki saatinizi ayırın. O kadar vaktim yok, derseniz de 1999'da NATO'nun sadece Belgrad'da bombaladığı yerlerin haritasına bakın. 

26 Mayıs 2012 Cumartesi

Karacorce

Sırbistan'ın ulusal yemeği ne diye sorduğumda ilk verilen cevaplardan biri Karacorce, yani Karacorceva Şnitsla. Kladovo'da yediğimiz akşam yemeğinde ısmarlıyorum. Masaya fotoğraftaki geliyor işte. Başta, şeklinden ötürü masada gülüşüyoruz. Zira kolum kadar. 



Dışı pane kaplı biftek. Bıçakla kesince, içinden kaymak akıyor. Tek kişi yiyemeyeceğimi anladığımdan, masadaki arkadaşlarımdan vejetaryen olmayanı ile paylaşıyorum. Çok lezzetli. Kuzu, dana, domuz ya da tavuk eti seçenekleri var. Her yerde hepsi olmasa da.

Bu yemeğin adını nereden aldığı ise işin can alıcı noktası. Bizim tarih kitaplarında Kara Yorgi Petroviç olarak anılan Karađorđe Petrović (Karacorce Petroviç) Osmanlı Devleti'ne karşı ilk Sırp isyanının lideri. 1806'da Belgrad'ı alıyor ve Osmanlı Devleti'ndeki iç karışıklıkların da etkisiyle 1812'ye Belgrad'ı elinde tutuyor. Osmanlılar Belgrad'ı geri aldıktan sonra da Avusturya'ya kaçıyor. 

Sırp tarihinin en önemli karakterlerinden biri. Birçok yerde heykelleri, adına taşıyan okulları ve duvarlarda resimleri var. Ve tabii bir de bu yemek var. Oradayken edindiğim Sırp arkadaşlar deneyip denemediğimi soruyorlar hemen. Denediğimi söylüyorum. Nihayet bir Türk'e yedirmiş olmaktan memnun olmalılar ki, gülümsüyorlar. 

25 Mayıs 2012 Cuma

Lefkoşa'da Pazar, KKTC


Ben Kıbrıs'a varır varmaz, pazara gidiyoruz. Lefkoşa'da Pazar günleri kurulan belediye pazarına. 
Geçen yıl Haziran ayı sonu olsa gerek. 


Bu amca taze ada çayı ve kapari satıyor. Onlar ne diyorlardı, farklı bir isim kullanıyorlar mıydı, hatırlayamıyorum, ama gebre otu da deniyormuş. Amca sebzelerin, otların fotoğrafını çektiğimi görünce, bir fotoğrafta da kendisini çekmemi istiyor.



Çanakkaleli olarak gözüm börülcelere takılıyor. İstanbul'da bütün yaz mahalle pazarlarında dolansam da bulamadığım börülce her yerde. Aman sabahlar olmasın!


O kadar bahsettikleri kolakas ne, diye merak eden olursa, yukarıda, solda duran ve patatese benzeyen sebze. O zaman ziyaret ettiğim arkadaşlarım Kıbrıs'a yeni taşındıklarından nasıl pişireceğimizi bilemiyoruz. Bamya gibi dikkatle pişirilmesi gereken, pişirmeyi bilmeyenin elinde sümüklenebilen bir sebze olduğunu duyduğumuzdan es geçiyoruz. 


Yukarıdaki ise molohiya. Kuzu eti, soğan ve salçayla pişiriyorlarmış Kıbrıs'ta. Ekşi Sözlük'ten bakıyorum da sadece Kıbrıs'a özgü değilmiş. Tunus'tan Japonya'ya kadar birçok ülkede yemeği yapılıyormuş. Denemek lazım. 


Bu yaz yeniden gittiğimde, kolakası da molohiyayı da tatmak istiyorum. Bakalım Seda geçtiğimiz yıl bunları pişirmeyi öğrenmiş mi.


21 Mayıs 2012 Pazartesi

Gomleze ve Gevrek, Ohrid


Gomleze, Ohrid'e özgü bir börek. Kat kat hamur, tereyağı ve peynir, tepside odun ateşinin üzerine konup yavaş yavaş pişiriliyormuş. Su böreğini andırıyor tadı, ama daha kıtır kıtır. Dilimler halinde satılıyor ve dilimi 25 dinar ki o da yaklaşık 60 kuruş yapıyor bizim paramızla.

Önceki akşam çok göbek attığımdan olsa gerek, 
bir dilim gomleze beni kesmiyor.  Gomleze tezgahından da epeyi uzaklaştığımdan, en yakın fırına (ki Makedoncada da Pekara diyorlar.) gidip olana bitene bakıyorum ve karşımda simit. Simite onlar da "gevrek" diyorlar. Yani bir İzmirliyle karşılaştığınızda, onlara göre hiç eskimeyen "ay bizde simite gevrek denir" muhabbetini açarsa, gönül rahatlığıyla sadece İzmir'de öyle denmediğini söyleyebilirsiniz.

Yanına yogurt alıyorum. Tuzsuz ve ayrana göre daha koyu, ama yoğurt kadar değil. E buna yogurt diyorsanız, yoğurda ne diyorsunuz, diye soruyorum arkadaşıma. Bana uzunca bir şey söylüyor. Unutuyorum. 

Ciğer, Eski Pazar, Üsküp


Eski Pazar'da dolanırken, yemek yiyen insanları görüyorum. Aslında aç değilim ama ciğeri görünce dayanamıyorum. 

İyi de yapmışım. Ciğer gerçekten çok lezzetli. Mangalda pişen ciğeri sofraya getirirken üstüne bol sarımsaklı zeytinyağı ve maydanoz eklemişler. Ekmeğin de üstüne yağ sürüp bolca tuz döktükten sonra mangalda ısıtmışlar. Aman sabahlar olmasın. 


Yine mangalın başında bir kadın var. Sırbistan'da da Makedonya'da da etleri pişirenler genelde kadınlar. Gündüzü geçtim, gece sabaha karşı gittiğimiz yerlerde de öyle. 


Her seferinde kendime kızıyorum, yine kızayım. Ne kadar ödediğimi hatırlamıyorum, ama oralarda olduğu gibi yine üç otuz bir paradır. 

20 Mayıs 2012 Pazar

Pekara, Sırbistan


Belgrad'da kaldığım oteldeki ilk kahvaltım sırasında birkaç Türkle karşılaşıyorum. Onlar önceki gün gelmişler ve bana "nekapa"nın ne anlama geldiğini soruyorlar. Aklıma hiçbir şey gelmiyor. Birkaç dakika sonra, Slavija meydanına çıkınca, ne demek istediklerini anlıyorum. Karşıda kocaman "пекара" yazıyor ve onu kendilerince öyle okumuşlar. Pekara, diye düzeltiyorum. 


Pekara, aslında bildiğimiz fırın işte. Neredeyse her köşebaşında en az bir tane var. Sanırım bizim mahalle arası fırınlarına ve pastahanelerine göre daha çok ve belki de daha fazla çeşit sunuyorlar. Ama benim gözdem burek, yani börek. 


Peynirli ve kıymalı en çok bulunanlar. Daha büyük bir fırına gittiğinizde biraz daha çoğalıyor. Yol arkadaşlarımdan biri mantarlısına bayıldığı için kahvaltılarda birkaç pekaraya soruyoruz. Nispeten küçük tepsilerde yapılıyor ve bir porsiyon, tepsinin dörtte biri. Bizim böreklere göre çok daha yağlı ama bir o kadar da lezzetli. Köylük yerin en ucuz pekarasına gitmediyseniz de içindeki malzeme çok daha fazla. Et, peynir vb. bize nazaran daha ucuz olduğundan olsa gerek. Özetle, "пекара" yazısını gördüğünüz an dalın. 


Salda Gölü, Burdur


Salda gölü, 184 metreyle Türkiye'nin en derin gölü ve bir rivayete göre de dünyanın en temiz ilk beş gölünden biri.


2010 yılının Kasım ayında gitmiştik bir arkadaşımla. Burdur'un Yeşilova ilçesinin biraz dışında olduğundan varmak biraz zaman alsa da karşılayan manzara, tüm yola değiyor.




Göl suyu, magnezyum içeriyormuş ve bu magnezyum göldeki bakterilerce tüketildiğinde, hidromanyezite dönüşüyormuş. Bu bakteri kolonileri de bir araya gelerek stromotolitleri oluşturuyormuş (Yalan söylemeyeceğim, hiç anladığım şeyler değil bunlar.). Gölün kıyılarının bembeyaz olmasının nedeni buymuş. 



Gölün kenarında yürüyoruz. O kadar yumuşak ki, beyaz bir balçık gibi. Ayağım bir anda içeri göçüyor, ayakkabım, pantolonum bu beyaz balçıkla kaplanıyor.



O yüzden, göl kenarındaki alabalık restoranlarına giderken biraz daha yukarıdan, göl ile orman arasındaki çakıllı yoldan yürümeyi tercih ediyoruz. Karşımıza çıkan bitkiler, benim daha önce görmediğim türden. 




Göl kenarındaki kamp alanı yazları bayağı kalabalık oluyormuş. Çevre ilçelerden de göle girmek için gelenler olduğunu düşününce, yazın gitmek için pek de uygun bir yer olmayabileceğini düşünüyorum. Bizim gittiğimiz dönemdeki sessiz ve ıssız haliyle çok etkileyiciydi benim için. Vardığımız alabalık restoranı da öyle. Sakin, göle bakan. Keşke adını bir kenara not etseymişim. Taze alabalık, taze yeşillikler, bir kadeh de rakı. 



Ben Antalya'dan gittiğim için, sadece oradan nasıl varılabileceğini biliyorum. Antalya'daki İlçeler Terminalinden Yeşilova minibüslerine binerek Korkuteli, Tefenni, Karamanlı ilçeleri üzerinden varılabiliyor. Bu yol 3 saat kadar sürüyor. Diğer bir yol da Burdur'a gitmek ve oradan Yeşilova minibüsüne binmek. Bu da 3,5 saat kadar sürüyor. 

Mustafa Paşa Camii, Üsküp


Üsküp'ün Türk mahallesi Eski Pazar'da dolanırken kendime Makedon bir arkadaş ediniyorum. Bir yandan muhabbet edip, bir yandan da Üsküp kalesine doğru ilerliyoruz. Sağda camiyi görüyoruz.


Camiye geldiğimizde Ivona kapıda bana bakıyor. O zamana kadar hiç camiye girmemiş. Müslüman olmayan kadınların içeri giremeyeceğini sanıyor. Kapının yanındaki başörtülerden birini de ona uzatıyorum. Ben fotoğraf çekerken, o da yere oturup dua ediyor. 


Mustafa Paşa Camii, 1492'de Yavuz Sultan Selim'in veziri Mustafa Paşa tarafından yaptırılmış. 1963'teki depremde bayağı hasar görmüş ve 1968'de yeniden ibadete açılmış. En son ise 2006 ile 2011 yılları arasında Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı'nın (TİKA) yardımlarıyla restore edilmiş. 

19 Mayıs 2012 Cumartesi

Hafız-ı Şirazi'nin Kabri, Şiraz



Şiraz'dayken, Hafız-ı Şirazi'nin mezarını arıyoruz. Şehrin biraz dışında, minik bir bahçeden geçerek ulaşıyoruz mezarına. Okuduğumuz kitaplarda, bu bahçede insanların toplanıp şiirler okuduğundan bahsediliyordu. Öğleden önce gittiğimizden olsa gerek, çevrede kimse yok.


Mezarın bulunduğu bahçede bir kütüphane, bir bakır işleme atölyesi ve girişte de bir çay bahçesi var. Çay bahçesinde oturup, yolun geri kalanında nereye gideceğimize karar vermeye çalışıyoruz. 


Hafız demiş ki: 

Eger an Türk-i Şirazi bedest ared dil-i mara
Be khali hinduyeş bahşem, Semerkand'ü Buharara. 

(Eğer o Şirazlı Türk güzeli gönlümüzü tutsak ederse 
Yanağındaki siyah ben için Semerkant'ı da, Buhara'yı da bağışlardım.)

O Şirazlı Türk güzeli kimdi, bilmiyorum. Belki bir Kaşkay kızıydı. Yine de üstüme alınıp gülümsüyorum. 

19 Mayıs 2012, İstiklal Caddesi/İstanbul



Özlem ve ailesi geldi Ankara'dan. İstiklal Caddesi'nde buluşup yemek yemeyi düşünüyoruz. Hayvore'de yemek yedikten sonra dışarı çıktığımızda, yürüyüş çoktan başlamış. Önce İnci Pastanesi'ne, oradan da J'adore'a doğru ilerlemeye çalışıyoruz. Ne zamandır İstiklal Caddesi'ni bu kadar kalabalık görmemiştim. Özlem'in oğlu Efe'ye de bir bayrak veriyorlar. Geçenleri izliyoruz. 


Deniz
Suriye Bayrağı da var.

68liler


Yağmurlu günün uykusu, İstanbul



Bahar yağmurları bitmiyor İstanbul'da. Rahmetli anneannem geliyor aklıma. Yağmurlu günün uykusu en güzel uykudur, derdi. Sanırım gerçekten de öyle. 

Kalenić Pijaca, Belgrad


Belgrad'a vardığım gün, Francesco beni Kalenic'teki bu bit pazarına götürüyor.   Kaldığım otelin bulunduğu Slavija Meydanı'ndan troleybüse binip Terazije'ye gidiyoruz.
Sanırım Belgrad'da Francesco'yu en çok heyecanlandıran yerlerden biri burası. Ama öğleden sonra gittiğimiz için tezgahların bir kısmı kapanmış. Bana göstermek istediği ikinci el eşyaların çoğunu göremiyoruz. 

Girişte çiçekleri görüyorum ve mest oluyorum. Her yer çiçek.


Pazarın içine doğru ilerledikçe, sebze ve meyve tezgahları çıkıyor karşımıza. 


1 Euro, 110 dinar ediyor. Durum böyle olunca da fiyatlara inanmak biraz zor. Az ileride, tanıdık bir görüntüyle karşılaşıyorum. Kola şişesinde biberiye turşusu ve domates püresi. 


Az daha ilerleyince ise kıyafetler ve ikinci el eşyalar başlıyor. 


Kendime bir Partizan t-shirtü alıyorum. İkinci el eşyaların satıldığı bölümde gezerken ise, herhalde bu pazarda gördüğüm en güzel eşya ile karşılaşıyorum. 


İkonaların yanında, Nikola Tesla'nın resmi. Boncuklarla işlenmiş, haçlı bir çerçeveye konmuş. Pazardan ayrıldıktan sonra neden o resmi almadım diye kendime kızıyorum. 


Çıkıştaki şarküteride kuru etleri görünce gözüm dönüyor. Arkadaşların siparişleri aklıma geliyor. Ama daha yolumun çok başında olduğumdan, sonra nasılsa alacağımı düşünüp vazgeçiyorum. Yanılıyorum.