19 Ocak 2013 Cumartesi

Karaköy


Son zamanlarda iş programımın yoğunluğu yüzünden eve kapandım. İstanbul'un kış ortası güzel havalarını da kaçırıyorum. Zaten ne zaman benim işler yavaşlasa havalar bozar, ne zaman havalar güzelleşse benim işler hızlanır. Gözün kör olsun Murphy. 

Birkaç gün önce nihayet bir arkadaş eve kapanmama isyan etti de iki saatliğine Karaköy'e indik çay içip bir şeyler yemeye. Sanırım yemek hakkında sonra daha uzun yazacağım. Ama bu fotoğrafları geciktirmeden paylaşayım istedim. 


17 Aralık 2012 Pazartesi

Bayraklı Camii


Bayraklı Camii, Belgrad'daki tek cami. Osmanlı döneminde bu şehirde kaç cami yapıldığı hakkında net bir bilgiye sahip değilim. 263, 273, 360... gibi farklı birkaç rakam telaffuz edilse de emin olduğum tek bilgi, an itibariyle Belgrad'da bu camiden başka cami olmadığı. 

İlk adı Çuhacı Camii'ymiş. 1660-1688 yılları arasında, bir çuha tüccarının katkılarıyla yapılmış. Şehrin Avusturya-Macaristan İmparatorluğu tarafından işgal edildiği 1717-1739 yılları arasında Katolik kilisesi olarak kullanılmış. Zaten Osmanlı camilerinin çoğu da bu 22 yıllık dönemde yıkılmış. 

Osmanlıların şehri geri almasıyla yeniden cami olarak kullanılmaya başlamış. Hatta şehri geri alan Osmanlı Komutanı Ali Paşa'nın yaveri Hüseyin Bey'in adıyla anılmış bir dönem. 


Minik, kare bir cami burası. Tuğladan yapılma minaresi dışında tamamı taştan. Kubbesi de altıgen bir zemine oturuyor.

Kapıda bir polis noktası var. 18 Mart 2004'te Kosova olayları sırasında ateşe verilmiş. O nedenle de 24 saat polis koruması altında. Ben de vardığımda ilk olarak polislerle selamlaşıp içeri girip giremeyeceğimi sordum. Sorun olmadığımı, ziyaret edebileceğimi söylediler. 

Ben girdiğimdeyse içeride kimse yoktu. Işıkları yaktım, fotoğraf çekmeye çalıştım. Ama tüm ışıkları yakmayı çekindiğimden olsa gerek çektiğim fotoğraflar da ışığın azlığından pek bir şeye benzemiyor. 


Az sonra içeri caminin imamı giriyor. Lübnan'ın Trablus şehrindenmiş. Biraz muhabbet ediyoruz. Sonra o bir kenarda namaz saatini beklemeye başlıyor. Zaten kısa bir süre sonra da müezzin gelip ezan okumaya başlıyor. 


Hafta içi ikindi namazı saati olduğu için pek kimse yok. Müezzin ve imam kendi kendilerine namaza başlıyorlar. 


Onlar namaza başladıklarında ben de camiden çıkıyorum. Daha sonra dışarıda namaza yetişmeye çalışan dört beş kişi daha görüyorum. Şehirdeki tek cami olduğundan, Tunuslu, Mısırlı, Türk... herkes bu camide ibaret ediyormuş. 

Ben de caminin karşısındaki minik dükkana gidiyorum ve dükkan sahibinin namazdan dönmesini bekliyorum. Bu dükkanda Sırpça Kuran, İslam'la ilgili sair kitaplar, tespihler... var. Bir arkadaşıma zamanında gittiğim her ülkeden ona tespih alacağıma söz verdiğimden bekliyorum. Ona ve anneme birer tespih alıp, kendime de Kuran'ın Sırpçaya çevirisini alıyorum. 


29 Ekim 2012 Pazartesi

Manastır Askeri İdadisi

Üsküp'ten Ohrid'e gitmeden önce haritaya bakıyorum. Bitola, yani Manastır haritada sanki bu iki şehrin arasında gibi görünüyor. Birkaç saat ayırıp Manastır Askeri İdadisi'ni de görmek istiyorum. 

Google Maps'ten bakınca, Üsküp - Bitola arası 173 km, lakin midibüs olur olmaz yerlerde durduğundan Bitola'ya varmak 4 saat sürüyor. Neyse ki otobüs garından iki sokak ötede. Yürüyerek 10 dakika sürmüyor. 


Manastır'ın ortasında var bir havuz türküsündeki havuzu da bulmuş oluyorum böylece. Meğerse Askeri İdadi'nin tam karşısındaymış. Sanırım zaman içerisinde havuz değişmiş, üstüne grafitiler de eklenince muhtemelen türküde bahsedilen havuzdan bayağı uzaklaşmış. 


Manastır Askeri İdadisi, iki katlı bir bina. Tarih derslerinde bu okula idadi demekteki ısrardan olsa gerek, çok daha büyük bir yer hayal etmiştim. 


Bu binanın 2. katı, 1998 yılında, yani Atatürk'ün Manastır Askeri İdadisi'nden mezun olmasından tam 100 yıl sonra, o zamanki Türkiye cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve Makedonya cumhurbaşkanı Kiro Grigorov tarafından Atatürk Anı Odası olarak açılmış. 


Mustafa Kemal Atatürk'ün bu okulda öğrenci olduğu döneme ilişkin bu heykelse Genelkurmay Başkanlığı tarafından yaptırılıp 2001'de hediye edilmiş. 


Okulun eski hali korunmadığından bu anı odasında görülecek pek ilginç bir şey yok açıkçası. Büst, heykel, bayrak, plaket, tabak, kitap, çerçeveli fotoğraf fotokopisi... Aşağıdaki iki üniforma dışında, Mustafa Kemal'e ait hiçbir şey yok. 


Binanın giriş katında ise Manastır şehir müzesi var. Belki vakit bulursam, bir ara orada çektiğim fotoğrafları da paylaşırım burada. 


Lenin'le Çay


Ukrayna'da Sovyet döneminden kalan ne varsa silinmiş yavaş yavaş. Sadece silmeye paranın yetmediği yerler kalmış, metro istasyonları, tren garları, büyük binaların cephelerinde kalmış rölyefler... O dönemde yaşanan kıtlıklar, sürgünler... düşünülünce hasretle anmalarını da beklememek lazım belki de.


Yine de saçma bir romantizmle o dönemden kalma şeyler aradık gezimiz sırasında. bir akşam da Kyiv'deki Olimpiyat Stadyumu civarında gezerken Vareniçnaya Pobeda'ya girdik. Sanırım aradığımız buna benzer bir şeydi. 


Burası bir restoranlar zinciri. Rus ve Ukrayna mutfağından yemekler var. Sovyet döneminden kalma eşyalar, duvardaki eski televizyonda o dönemden kalma filmler, duvarlarda eski SSCB futbol, buz hokeyi vb. takımlarının fotoğrafları, eski kitaplar... 


Ertesi sabah, kaldığımız yerin yakınlarındaki Petra Sahaidachnoho caddesindeki başka bir restoranına gidip patatesli vareniki yiyoruz sabah kahvaltısında. 


Yemeğe odaklanınca yeterince fotoğraf çekemediğimi şimdi fark ediyorum. Sovyet döneminden kalma daktiloların, kimlik kartlarının... ve Mişa biblolarının fotoğrafını çekeceğime keyif çatmışım. 


Ama tuvalete giderkenki koridorun fotoğrafını çekmesem olmazdı. Yuri Gagarin haberlerinin olduğu gazetelerden duvar kağıdı yapmışlar. 



Şirin bir restoran zinciri işte. Kyiv'e veya Sivastopol'a uğrarsanız bir bakın. Çok bir şey beklememek lazım, ama ben pek sevdim. 

22 Ekim 2012 Pazartesi

Odessa Tren Garı



Lviv'den trenle Odessa'ya vardığımızda bu manzara karşılıyor bizi. Sabahın köründe, önceki gece trende sallana sallana uyumuş, son anda zor kalkıp ayılmayı başarabilmiş ben, sırtımdaki koca çantanın ağırlığını unutup gülümsüyorum kocaman. 

Merhaba Lenin! 


Kalacağımız yeri bulmak ve sırtımızdaki çantalardan olabildiğince çabuk kurtulabilmek için koşturuyoruz. Nasılsa geri döneceğiz diye, sabahın o saatlerindeki güzelliğini çekemiyorum. 


Daha sonra Francesco için Transnistria bileti almak için geri dönüyoruz. Ukrayna'nın bitmeyen sıralarında o kendini heder ederken, ben de dolanıyorum, fotoğraf çekiyorum. 

İlk olarak 19. yüzyılın ikinci yarısında inşa edilmesine rağmen, 2. Dünya Savaşı sırasında, 1944'te tahrip olmuş ve 1952'de yeniden inşa edilmiş. 



Tren garının ana giriş kapısının üstünde 1905, 1917 ve 1944 yazıyor. Bu üç tarih, Odessa için önemli. 

1905 - İşçilerin ayaklandıkları ve Potempkin Zırhlısı'nın ve Lenin'in İskra gazetesinin desteğiyle ayaklanmaya devam ettikleri yıl. Odessa limanından şehre çıkan, Potempkin merdivenleri olarak da bilinen merdivenlerde yüzlerce insan katledilmiş. Babamın en sevdiği filmlerden biri olan, Sergei Eisenstein'ın Potemkin Zırhlısı filmini hala izleyemediğime üzülüyorum. 

1917 - Bolşevik isyanı. 

1944 - 2. Dünya Savaşı savaşı sırasında 1941 ile 1944 yılları arasında Romanya yönetimine geçmiş ve Transnistria'nın bir parçası olmuş Odessa. 10 Nisan 1944'te de Kızıl Ordu tarafından tekrar SSCB topraklarına katılmış. 



Bu tarihlerin üstünde, Denizci, bürokrat, işçi, kadın... heykelinin altında da "городу герою слава" (gorodu geroyu slava) yazıyor. Sanırım en yakın çevirisi, "Şanlı kahraman şehir" olur. 



İçeriye girdiğimizde ise iki Sovyet askeri karşılıyor bizi. 



Küçüklü büyüklü birçok salondan oluşuyor. Muhtemelen 1952'de nasıl yapılmışsa öyle kalmış. 



Bu arada Francesco bir o sırada, bir bu sırada. Her sıranın başına ulaştığında başka bir sıraya yönlendiriyorlar. Sıranın en sonuna geçip yine bekliyor. 


En son da aşağıdaki salona yönlendiriyorlar. Tam sıra ona geldiğinde saat 12 oluyor ve kapatıyor memur. Neyse ki karşısındaki memur çalışmaya devam ediyor ve alıyoruz biletini. Bense beklemekten memnunum. Çünkü bu salonda da duvarda Odessa'yı anlatan bir mozaik tablo var. Meyve, sebze toplayan kadınlar, balıkçı erkekler. 


Tren garından öte bir müzeye benzeyen bu garı gördüğüm için çok mutluyum. Sanki SSCB'yi kenarından görmüşüm gibi hissediyorum. 

Fotoğrafla sınanmak


1992'de fotoğraf çekmeye başlamıştım. Antalya'da minik bir sanat evinde, Sefai Özer'in o yaz düzenlediği kursun iki öğrencisinden biri olarak. Bir Zenit'im vardı. Mutlu mesut siyah beyaz fotoğraflar çekiyordum. Tam kursu yarılamışken   sanat evi yandı, benim de ne kadar kimyasalım, fotoğraf kağıdım... varsa, yandı gitti.

Yeniden fotoğraf makinesini elime alabilmek için cesaret gerekti. Hakikaten istediğimin ne olduğundan da emin değildim aslında. 2010'da Canon 550d'mi aldım. Sonra da Muammer Yanmaz'ın 40 Haramiler fotoğraf kursuna gittim. 


Ne yazık ki fotoğrafa ayıracak çok zamanım, lenslere, daha iyi makinelere ayıracak param yok. Elimde olanlarla, gezdiğim yerlerin fotoğrafını çekmeye çalışıyorum. Çektiğim fotoğraflarda sanat namına bir şey yok zaten. Gördüğümü çekiyorum işte. Üstelik insanların suratına koca kamerayı tutup çekmek sanırım başarabileceğim bir şey değil. Olduğu kadar. Çekebildiklerimi de burada paylaşıyorum. Nasılsa fotoğrafçılıkla ilgili büyük hayallerim yok. 

Son zamanlarda Pinterest üzerinden iki mutluluk yaşadım. İlki yukarıdaki fotoğraf. Lonely Planet, 2012 Eylül ayının ortalarında, World's Best Street Food seçkisinde, benim çektiğim balık ekmek fotoğrafını yayımlamış. Hatta altına balık ekmeğin ne olduğunu bile güzel güzel yazmış bir yazarı. Gördüğümde yerimde duramamıştım sevincimden. Bugüne kadar gezdiğim yerlerde kitaplarını kullandığım Lonely Planet'ın benim fotoğrafımı kullanması çok büyük olay benim için. 

Geçenlerde de World Travel Expeditions UK benim İsfahan'da çektiğim Kelisa-ye Vank fotoğraflarımdan birini (şuradan hatta) kullanmış Orta Doğu fotoğraflarından oluşturduğu Middle East sayfasında. 

Pinterest olduğu için fotoğrafları satın almıyorlar. Telif hakkı yok, ama bu benim için sorun değil.

Mutlu muyum? Çok. Kim bilir, belki bundan sonra daha iyi fotoğraflar çekerim. Ama sanırım hayatımın hiçbir anında, orbüratörü dibine kadar açıp, öndeki nesne her neyse o cillop gibi, fonu da busbulanık tadında ultra sanatsal fotoğraflar çekmeyeceğim. Hele ki kamerayı 45 derece yan yatırıp, şahane bir açı bulduğumu da sanmayacağım. 

Diyorum ya. Olduğu kadar. 


Privoz Pazarı, Odessa



Yeni bir şehre gittiğimde çarşı pazar gezmeyi çok seviyorum. İnsanların ne satın aldıklarını, fiyatları, kalabalığı görmek hoşuma gidiyor. Odessa da pazara gitmek için çok doğru bir yer. 


Privoz pazarı, tren garının yakınlarında. Odessa'ya uğrayanların görmesi gereken bir yer kanımca. 


İlk olarak 1827'de kurulduğu söyleniyor. O zamanlar köylerden çiftçiler at arabalarıyla getirirlermiş mallarını. Şu anda bayağı büyük bir alanı kapsıyor. Sebze meyveden kurutulmuş balığa, turşudan peynire, kuruyemişten çiçeğe, eski kasetlerden kıyafetlere bir sürü şey var. 

Fiyatlara gelince. Yukarıdaki fotoğrafa bakarsak havuç 4 grivna, soğan 2,5 grivna ve domates 5 grivna. 1 lira yaklaşık 4 grivna. Gayet ucuz. İki salatalık, bi domates, dört elma alıyorum. Yiye yiye geziyorum pazarda. Satıcılar da cana yakın. Hatta bir turşucu amca bana iki ayrı çeşit salatalık turşusu veriyor. Birinde o kadar çok baharat var ki, tadı sanki hafiften çürümüş gibi geliyor bana. Zaten o da onu uzatırken suratını buruşturuyor. Daha sonra da alışık olduğum, bol sirkeli, sarımsaklı turşudan. Nefis. 


Yine her yerde taze frambuaz var. En sevdiğim. Sarı frambuazı ilk defa görüyorum. Tadı güzel olmalı. Ama Kiev'de aldığım frambuazın yarısını sonra yerim diye güzelce paketleyip sırtıma attıktan sonra suyunun tüm çantamı ve üzerimdekileri batırdığını hatırlayınca vazgeçiyorum bu sefer frambuaz almaktan. 


Kuruyemişçilerin olduğu kısma geçince karşımıza rengarenk cevizli sucuklar çıkıyor. Yeşil, kırmızı, kahverengi, turuncu... Tam da bizden bir şey bulduğuma sevinirken, Francesco Gürcü olduğunu söylüyor cevizli sucuğun. Zaten adı da churchkhelaBir tane alıp paylaşıyoruz. Bizimkine göre tadı daha az yoğun, içinde daha az ceviz var ve dışı plastik gibi. Bizimkini tercih ederim. Dönünce Wikipedia'ya bakıyorum. O da doğruluyor. Bahaneyle yeni bir şey daha öğrenmiş oldum. Gürcistan'a gittiğimde denemem lazım. Zira daha önce Gürcistan'a hep iş için gittiğimden, çarşı pazar gezemedim. Belki bu sefer doğrusunu bulurum.


Ve tabii ki yine kurutulmuş balık. Sokaklar boyunca kurutulmuş balık var. Çeşit çeşit. Bazısı doğrudan yemek için, bazısı çorbaya, yemeğe katmak için. 


Kurutulmuş yosunlar, kalamarlar bile var. Fiyatlar 100 gram üzerinden. Misal yukarıdaki kurutulmuş kalamarın yüz gramı 4 lira gibi bir para yapıyor. Kokan bir şey olmasa, yanıma alıp eve döndüğümde denemek isterdim. 


Taze balıklar da var pazarda. Yılan balığından levreğe bir sürü balık. Karadeniz olur da hamsi olmaz mı? Bu da Karadeniz'in karşı yakasından hamsi. 

Pazarın içindeki fırınlardan birine dalıyoruz. Haçapuri ve ekmek alıp hostele dönüyoruz. Aldığım salatalık ve domatesi çıkarıp güzel bir öğle yemeği hazırlıyoruz kendimize mutfakta. 


Üstüne de tatlı olarak elma. Zaten Kyiv'den beri nerede elma görsem alıyorum.  Küçük ve kırmızı, aşırı tatlı, aşırı sulu ve mayhoş. Her yiyişimde dilimin ucunun yandığını hissediyorum. Sanırım Ukrayna deyince ilk aklıma gelen şey elmaları olacak. 




12 Ekim 2012 Cuma

Karpati Ekspresi





Lviv'den Odessa'ya gitmek için Karpati Ekspresi'ni seçiyoruz. Akşam 8.30'da kalkıyor ve sabah 8.30'da Odessa'ya varıyor. Fiyatı 15 Avro kadar. Şimdi Grivna üzerinden fiyatını hatırlayamıyorum. 




On dört vagon var. Bu kadar uzun trende, muhtemelen bizim kompartımanda bizden başka kimse olmaz diye umutla biniyoruz trene. Peronda bekleyen fazlaca insan da görmeyince hele. 


Kompartımanlar dört kişilik. Kuşetli. Her kuşet için bir döşek, çarşaf, yastık kılıfı, battaniye ve örtü var. 

Odamıza yerleştikten sonra yemekli vagona gitmek istiyoruz, ama öyle bir vagon yok. Nasıl da güzel olurdu Karpatları aşarken bira içip pencereden bakmak. Zaten nasılsa trende yeriz diye aç binmişiz. Çantamızdan meraktan aldığımız wasabi soslu cips paketini bulup onu yiyoruz. Çok popüler wasabi soslu cipsler. Muhtemelen yeni yükselen değer sushi ile birlikte ortaya atılmış bir fikir. Farklı markaların var. 

Tam onu yerken de oda arkadaşlarımızdan biri geliyor. Yaşlı bir amca. Francesco'yla Rumence muhabbete giriyorlar. Adam benim neden kocaman bir makine taşıdığımı merak ediyor. Ona kalsa muhabirim. Ama Ukrayna'ya neyi çekmek için geldiğimi anlayamıyor. Amcanın benim hakkımdaki teorileri bitmiyor üstelik. İlk başta bizi evli sanıyor. Francesco evli olmadığımızı, arkadaş olduğumuzu söylüyor. Amca buna da inanmıyor. Kesin aramızda bir şey var, ama olsun. Yeni tanıştığımız bir insan olduğu için anlatmamamız sorun değilmiş. Sonra bir bira çıkartıyor çantasından. Bize uzatıyor. Aslında en sevdiğimiz bira. Lvivske. Ama yanında başka olmadığını düşünerek, reddediyoruz. Buna alınıyor ve bizimle hiç konuşmuyor yolun geri kalanı boyunca. Biz de ertesi günle ilgili konuşacaklarımız olduğundan üstelemiyoruz. Birasını bitirince yatağını yapıp yatıyor zaten.


Sabah uyandığımda ise bu yaşlı amcanın yerine bir çift memeyle karşılaşıyorum. Sanırım gece amca bir istasyonda inmiş, onun yerine başka bir teyze gelmiş. Amcanın yattığı çarşafları mı kullandı, yoksa yenilerini mi serdi diye merak ediyorum aslında. Ama sorulmaz tabii böyle şeyler. 

Sabah Odessa'ya varıyoruz. Odessa tren garı çok ama çok güzel. Ama sırtımdakiler o kadar ağır ki, fotoğraf makinemi çıkartmaya üşeniyorum. Onun yerine cep telefonumla trenden inenleri çekiyorum. 

Tabii dayanamayıp daha sonra yine gittim gara, fotoğraflarını çekmek için. Onlar ayrı bir postta.



8 Ekim 2012 Pazartesi

Квас (Kvas)


Ukrayna'ya gitmeye son anda karar verdiğimizden, yeterince araştırmadan gidiyorum. Aslında bunun çok da yanlış olmadığını düşünüyorum. Çünkü daha önce ne kadar okusam da, gittiğimde okuduklarımın aslında önemli olmayan şeyler, okumadıklarımın daha önemli şeyler olduğunu fark ediyorum. Dönünce okuyup yeniden gitmek en doğrusu. Belki o nedenledir ki aynı ülkeye tek sefer gitmeyi sevmiyorum. Yeniden gidip doğrusunu anlamak lazım sanki. 

Tanıştırayım. Bu içeceğin adı kvas. Francesco, Lviv'de bir öğle yemeğinde ısmarlıyor. Ekmekle mayalanan bir içecek olduğundan tadının çok daha farklı ve ağır olacağını sanıyordum. Değilmiş. Gayet kolaya benziyor tadı. Serin serin. 

Zaten bizim boza gibi. Tahıldan fermente edilmiş, fermente edilmesinden kaynaklanan az miktardaki alkol dışında aslında alkolsüz günlük bir içecek. Kalabalık caddelerde, pazarlarda sarı tankerlerde de satılıyor. 

Şimdi Ekşi Sözlük'ten bakıyorum da, Antalya'ya gelen Rus turistler sağ olsun, bizim de bir kvas fabrikamız varmış. Hürriyet, bu fabrikayı haber yaparken, "Komünist Kola" diye başlık bile atmış. 

Kim bilir. Belki yakında İstanbul'daki marketlere de gelir.