18 Mayıs 2012 Cuma

Majdanpek ve Rajko Mağarası, Doğu Sırbistan



Majdanpek, Sırbistan'ın en doğusunda, Romanya sınırını oluşturan Tuna nehrini takip eden ana yoldan ayrılıp dağlara yönelince karşımıza çıkan bir kasaba. Kasabaya girmeden, Majdanpek yakınlarındaki Rajko mağarasını bulmaya çalışıyoruz. 

Yolun sonuna arabayı park edip ağaçların arasından ve Rajko deresinin üzerinden geçiyoruz mağaraya varmak için. 


Göğe yükselen meşe ağaçlarına ve Rajko deresinin berrak sularına bakarken bayağı oyalandığımızdan olsa gerek, geç kalıyoruz. Şansımıza orada yeni tanıştığımız arkadaşlarımızdan biri bekçiyi tanıyor ve mağaranın kapısını yeniden açarak bize mağarayı gezdirmesini sağlıyor. 



Rajko mağarasının ziyaretçilere açık olan kısmı, yaklaşık 1,5 kilometre uzunluğunda. Tahtadan yapılmış bir patika üzerinde ilerliyoruz.  


İçerisi oldukça soğuk ve nemli. Wikipedia'ya göre içeride sıcaklık sıfırın altında 8 dereceymiş. 


Mağaradan çıkıp Majdanpek'e doğru ilerlerken karşımıza minik ve sakin bir göl çıkıyor. 


Majdanpek'e vardığımız an ise, ben bu kasabaya aşık oluyorum. Bulmak istediğim tam olarak da buydu çünkü. Dağların ve ormanların arasında çirkin çok katlı yapılarıyla tam hayalimdeki gibi bir Yugoslavya işçi kasabası. 


Rajko'nun mağarasında tanıştığımız arkadaşlarımız bizi oradaki arkadaşlarıyla tanıştırıyor. Kasabanın ortasındaki Rimini Pizza'da oturup gece boyunca muhabbet ediyoruz. 


Şansımıza, yeni edindiğimiz arkadaşlarımızdan biri, Christian Rutsanu. Bu bölgedeki birçok insan gibi Rumen asıllı. Bükreş konservatuarında, Gheorghe Zamfir'in öğrencisi olarak okumuş. Pan flüt, klarnet ve birçok başka enstrüman çalıyor. Misteria Carpatica grubunun başında. 


Diğer arkadaşlarımız Saşa (Malboro) ve Duşan da müzisyen. Onlar da gitarları getiriyorlar. Benim Sırbistan'dan sonra Makedonya'ya gideceğimi ve Makedonya'yı çok sevdiğimi öğrenince Jovano Jovanke'den başlayıp Zajdi Zajdi Jasno Sonce'den çıkıyorlar. 

Geceyi kasabanın sanırım tek oteli olan Golden Inn'de geçiriyoruz. Gecelik konaklama ve sabah kahvaltısı için, kişi başı 20 Euro ödüyoruz. Ne yazık ki fotoğrafını çekmemişim. Yugoslavya zamanından kalma bu otel, o kadar küçük bir kasabaya hiç uymayan bir boyutta. Zamanında tüm Yugoslavya'dan kongreler, toplantılar için gelen misafirleri ağırlayabilmek için bu kadar devasa yapılmış sanırım. Sadece sabah, odamın balkonundan çektiğim fotoğraf var elimde. En üst katta değilim ama ona rağmen, tüm kasabaya tepeden bakıyorum. 


Sabah kahvaltıdan sonra, kasabaya adını veren madene doğru gidiyoruz. Osmanlılar zamanında, burada bir bakır madeni bulunmuş. "Maden" sözcüğü de zamanla yamulup, nehir anlamına gelen pek ile birleşince bu adı almış. Aynı zamanda altın ve gümüş de çıkıyormuş bu madenden. 


Sokaklarda yürüyoruz. Günlerden Cumartesi ve kasabanın kilisesinin açık olan kapısından başımızı uzatıyoruz. 



Sokaklarda yürüdükçe bu kasabayı daha çok seviyorum. Tatil günü olmasından dolayı sokaklarda pek kimse yok. Sakinlik, ağaçlar, çiçekler, kasabanın ortasından akan dereler... Hiç ayrılasımız yok ama yola çıkma zamanı. 




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder